Bu nedenle de genetik yapılarını
ihtiva eden bir parçacıklar paketini, içinde bulundukları komşu evrenin sanal
zamanından gelerek, beş milyon yıl öncesinde – bulunduğumuz zaman diliminden sayarak
– çok daha eskilerde yaşamış oldukları kendi dünyalarının, bir yapay kopyası
olan bizim dünyamıza ektiler. Ve varlık nedenimiz olan tüm geçmişimizi bizlere yeniden
yaşatarak, şuur denen olgunun bilimsel evrimini araştırmak istediler. Bu
nedenle de, kendimize dünya insanı dediğimiz bizler, aslında böyle bir kozmolojik
araştırmanın kobayları olarak yaratılmış olduk.
Atalarımızın şimdi içinde oldukları
sanal zamanda, dünyamızın hala var olup olmadığını bilmiyoruz. Yalnız böylesi
medeniyetlerin teknolojilerine erişmiş olacaklarından, kendi dünyaları yok
olmadan önce sonsuz boşluğun galaksilerinde kendilerine yeni mekânlar edinmiş
olacakları da kesin gözüküyor. Hal böyle olunca da varlık nedenimiz aslında
kendi atalarımız olurdu. Biz de o zaman, düşündüğümüz gibi direk olarak tanrı
tarafından değil; ama atalarımız olan bilim adamları tarafından yaratılmış,
ikinci el deney ürünleri olmuş olurduk.
Bu durum ise, kazayla yaratılmış
olmaktan bile daha hazin bir kaderle buluştururdu bizleri. Şimdi yaklaşık beş
milyon yaşında olan bizlerin, yani yapay dünya insanlarının, ancak 4.997.000
yıllık bir gecikmeyle tanrılarını keşfedebilmiş olmaları ve tanrının bizi yaratırken
genlerimize neden kendi biyografisini de koymamış olduğu, patent babalarımız
için de bir muamma olmuştu anlaşılan. Öyle ya, önümüzde heyula gibi uzanan
evrenimizin bütün sırlarına, gelecekte vakıf olacak olan Homosaphien’in, bu
kadar ebleh(!) olmadığı da ortadayken.
İşte anlayacağınız fatura bize çıktı
ve anlaşılan böyle bir kuşkunun da kurbanı olmuş olduk dostlar. Şimdi bu
bilimkurgu ötesi sanrı, gerçek olsaydı, benim üstümde aslında fazla da bir etkisi
olmazdı. Olsa olsa geleceğimizde bütün evrenin sırlarını keşfetmiş, bununla da
yetinmeyerek, belki de paralel evren ve sanal zamanda, sonsuz yaşam adasını da
keşfedip, kendisini oraya ışınlamış bir medeniyetin kurucularının ahfadı olarak,
hatta kıvanç bile duyardım. Uzay zamanlarda sanal zamanlar arası köprüler
oluşturan, paralel evrenlere turistik geziler tertipleyen atalarımızla, yaratıcım
olmakla beni hüsrana uğrattıkları halde, neticede iftihar etmez de ne yapardım.
En fazla kendi kendime, onları hangi
tanrının yarattığını sorardım. Tıpkı onların da bunu kendilerine sorduğu ve
taraflarından yaradılış nedenimizin de aslında bu olduğu için. Yine de bize
verilen dünyanın, üç tane zibidinin küresel(!) dünyası olamayacağını bir kere
daha; ama çok daha derinden anlamış olurdum. Belki yaratıcımız olan atalarımız tanrılarıyla
da buluşmuşlar ve umduklarını bulamadıkları için, bizi de kendi halimize
bırakarak, insanlığın toplu selameti adına, kendi evrim öykümüzü, mihmandarsız yazmamızı
istemişlerdir, kim bilebilir ki? Ne var ki, durum benim cephede bu
perspektifteyken, hemcinsim olan dünya insanı denen diğer kobaylar, bu duruma
ne derler ve bu yeni konumdan nasıl bir algı sahibi olurlardı acaba?
O halde şimdi yazımızı, iki final
soruyla noktalayalım. Ve unutmayalım ki, adına evren dediğimiz bu heyulanın
tarifsiz sürprizlerine de, her zaman hazırlıklı olmalıyız.
Soru 1: Durumun böyle olduğunu şayet Tayyip Erdoğan bilseydi,
acaba yaşam felsefesinde ve hayatının yapısal mimarisinde bir düzeltmeye
gidermiydi.
Soru 2: Kendi adıma, her türlü tefekkür boyutunda saplantısız,
tarafsız ve korkusuz düşünebileceğimden ötürü, benim için her ne kadar fark etmese
de, böyle bir gerçek, bırakın ötekileri de, İslamın 73 fırkasının(!) – mezhepler - cemaat ve
müritlerinin, temel felsefi strüktüründe nasıl bir yapısal fırtınaya etken olurdu
acaba.
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder