Özetlersek, varlıkları betimlenmiş Göktürkler,
Einstein, Hawking vs. gibi tek tanrıda birleşiyorsak ve tanrının da fal
açmadığına inanıyorsak, Hz. Muhammedin İmametinden dini müktesebatımı, Mustafa
Kemalden aldığım Milli ve dünyevi Mutabakatımı da üstüne koyunca, aynaya
baktığımda ben de karşımda gördüğüm kişide betimleniyorum. Bunu da özümde
hissedebiliyorum. Bu bağlamda, İslami gerçeğe ulaşmak için, Kuran ile birlikte
sosyo-ekonomik ve ekolojik evreleriyle, İslam öncesi ve sonrasıyla tüm İslam
tarihi bir arada özümsenerek bilgiye ulaşmak, sorgulama sonunda varılan doğru bilgiyi
inanç olarak benimsemek ve ancak ondan sonra iman’a ulaşabilineceği gerçeğini de vurgulamadan geçmeyelim.
Özellikle de Hz. Muhammed ashabının
yolundan giden gerçek Müslümanların, camilerine bayrak asmıyorken, imanlarını
bile Mustafa Kemal’e borçlu olduklarını da akıllarından çıkarmamaları gerekir.
Çünkü Mustafa Kemal, gasp edilen haklarını emperyalistin elinden sökerek almış,
kendilerine iade etmiş ve Türklüğüyle de Kuranda
ki tarifine de tam manasıyla uyan bir Allahın Askeridir. Seçilmiş diye de bir
şey yoktur, iman kimseden satın alınamaz ancak özünüzde ve bizatihen
tarafınızdan inşa edilir. O halde yukarda ifade etmeye çalıştıklarımızı uygulayınca
da, ‘İnancım, imanımdır Tanrıdan bana ihsan’
diyebilmek daha uygun olmaz mı? Bu ise amaçlı olarak şirazesinden saptırılmakta(!)
olan temel tefekkürümüzü de, gerçek özü doğrultusunda revize etmektir esasen.
Bugün Hacca bile gidemiyorsunuz müminler.
Oysa Müslüman bile olmayan asortik beslemeler, parayı basınca turistik amaçlı konforlu
gezilerle, yurdunuzda Hacı(!) bile
olurlarken, sizin sıralarınız bir türlü gelmek bilmiyor ana vatanınızda – parayı basamadığınızdan - ne hikmetse(!).
Hâlbuki Mustafa Kemal ya da en azından geçmiş hükümetler döneminde bile
olsaydınız, bu hakkınızı da kimse sizden gasp edemezdi. Bugünkü akıbetlerinizin
müsebbibi de, oylarınızla aslında sizler oldunuz. Bunu da unutmayınız lütfen.
Şimdi yakın doğanıza bu perspektifle
baktığınızda, neyin sahte neyin somut bir mesaj verdiğini daha net
anlayacaksınız. Neye gülmeniz, neyi ciddiye almanız gerektiği de buna dâhildir.
Her şey bitmiş ya da başka işimiz kalmamış gibi ağzı olan konuşuyor, eli olan
yazıyor. Vatandaş ise iki arada bir derede sallabaş olmuş, kimi okusun, kimi
dinlesin bilemiyor artık. Hele de kimi ya da kimleri ciddiye alması gerektiği
ise apayrı bir konu. Ve bu da uzmanlık istiyor.
Hükümet dediğin esasen ortada, tık
dese duyuyoruz, çünkü bütün kabadayılığı(!) zırvalık ve savurganlığı önce bizi buluyor.
Yandaş MHP ise ayrı bir konu mankeni. İkisini özenle bir araya paketleyip ağır bir
preste sıkıştırsan ve bir de ütülesen, elinde kalan, bil ki toz bezi bile olmaz
bu memlekete. Beğensen de beğenmesen de tek somutun, tek muhalefetin, itiraz
etsen de tek gerçeğin hatta inan ki tek çıkış yolun, neresinden baksan yine de CHP’dir.
Buna da inanmak veya inanmamak artık sana kalıyor.
Diğer yanda neler olmuyor ki. Kendi Dışişlerimizden
beklediğimiz milli mesajlarımızı bile Ruslarınkinden alıyoruz. Daha geçen gün
ak dediğimize bugün kara diyoruz. Öbür tarafta Başbakan ile Cumhur’un(!) başında ki, gayet fütursuzca aralarında
ikili paslara devam ediyorlar. Bu arada kafa kargaşası o kadar fazla ki, sanal
konu bombardımanı altında bunalan vatandaş yediği zamların bile farkında
olamıyor. Öyle ki, kâğıt üstünde birileri memleketimizi parçalıyor, evlatlarımızı
katlediyor, kimlerin nereleri alacağının hesaplarını yapıyorken, beynini yemiş
vatandaşım sahilde balık avlıyor.
Ötede ise doğa bildiğiniz gibi,
güneş doğuyor ve batıyor. Kâh ıslak, kâh kuru günler birbirini izliyor. Bebekler
doğuyor. Vadesi dolan büyükler birbiri peşine attaya(!)
yollanıyor. Bu arada ne yazık ki şehit diye avunduğumuz, aslında itin bitin bok yoluna giden has evlatlarımız da oluyor. Onlarsa
geride gözü yaşlı analar, babalar, kardeşler, bazıları da minik öksüzler ve
ağlayan kadınlar bırakıyorlar. ‘Bu kararlar sadece
sömürge ülkelerinde alınır’ diyerek, nihayet gerçeği gören ve olayın
ancak farkına varabilen bazı mağdur Paşaları(!) atlayan bense, inanın ki işte o
has evlatlarımıza yanıyorum sadece.
Rüzgâr ise bizim buralarda genelde Kuzeyden
esiyor. Kendi adıma arada bir Marmara’nın Poyraz dalgalarına kendimi bırakarak,
dertlerimi unutmaya çalışıyorum. Çatıda güvercinlerin yeniden yavruları oldu.
Kendi aralarında cıvıldaşıyorlar, aşağıda olan bitenden haberleri bile yok. Meğerki
bahçede, onların ilk uçuşlarını, aç gözlerle bekleyen kedilerin farkında
olabilsinler. Ekolojik dengelerde bozuldu herhalde. İlkbahar ve Sonbaharda iki
doğum yapmaları normal mi, yoksa ben mi yanlış biliyorum. Komşuda ki işsiz genç
adam, hamile eşini doktora götürebilmek için cep telefonunu satmış, kimin
umurunda! Ama onun yeni bir işe başlamasında aracı olabildiğim için ben
mutluyum.
Kurban Bayramı kapıda, oysa mütedeyyin
vatandaşım kurbanlıklara yanaşamıyor bile, tek avunusu, bu sene pasaportsuz(!)
kurbanlıkların olacağı imiş. Yani hiç olmazsa Müslüman
kurbanlıklar(!) kesilecekmiş(!) Anlayacağınız bu bayram daha helal(!) bir Kurban Bayramı olacak o zaman, hepinize kutlu olsun. Bu
arada milletin cebinde arpa bile yok ki, uzatmalı tatil yapabilsin. Yokları
oynarken(!) ve belki biraz avunuruz diye de beklerken, hepimizin takımı ruhsuz millilerimiz, Sonbahar yaprakları gibi sapır
sapır döküldüler ve sahada atamadıkları tekmelerini birbirlerine sallarken de
günah çıkardılar herhalde. Ve ruhsuzluk, kansızlık, beceriksizlik ve dirayetsizlikte
neredeyse başımızda ki Hükümete bile rahmet okuttular.
Kendimize dönersek; ne söylememi
beklerdiniz. Ne yapsaydım neler anlatabilseydim sizlere, esasen bildiklerinizin
ve aslında sizi de bunaltan gerçeklerinizin dışında. İstemesem de bizi
kusturacak hale getiren güncel teranelerde, ne yazık ki bugün bana gelen ilham
bu oldu. İnşallah yakında ağıtları bitirip, yeniden zafer türkülerimizi
yakacağımız günler de gelecektir nasıl olsa. Yeter ki sağlığınız ve de
umutlarınız hep sizinle olsun.
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder