USA
ile öküz öldü ortaklık bitti dönemine yaklaşırken; artık Türkiye’nin önünde tek
bir seçenek kalıyor. O da komşunun bağındaki üzümlerde gözü olan ve aşırmak
için fırsat kollayan arsız çocukluğu biran önce terk edip, ürününü toparlamaya
çalışan bağ sahibine yardımcı olarak, kendi payını da almaya bakması gereğidir.
Ki bu sayede hayli zedelenmiş olan milli itibarını ve de menfaatlerini
koruyabilsin.
Kısaca ve kitaba uygun özetlersek: Türkiye’miz
bundan sonra kurucu ilkelerine sadakatle, hiç vakit kaybetmeden ‘yurtta sulh,
cihanda sulh’ etiğini geri kazanmalıdır. Hiç unutulmamalıdır ki bu sadece yeni
bir başlangıç olacaktır. Zira arkasından yapılacak daha pek çok iş vardır. Doğru
veya yanlış ögeleriyle ‘Barış Pınarı’ yaftasıyla anılan Suriye Kuzeyindeki ve kendine
göre de haklı olduğu, güvenli bölge paradigması, öyle veya böyle artık sona
varmak üzeredir.
İçinde bulunduğu büyük sıkıntıya
rağmen, Erdoğan’la bir buluşmaya istemese de, ortak milli menfaatler bağlamında
hazır olduğunu söyleyen Esad, böylelikle topu Erdoğan’a atmıştır. Şimdi
düşünmek ve sorumluluğunu taşımak sırası Erdoğan’dadır. O halde artık Türk
Ulusu, onun ağzından çıkacak her sözü, dikkatle bekliyor olacaktır.
İşte bundan sonrasında ise ancak, yeniden
inşa edilmek zorunda olan Türkiye/Suriye bileşkesi veya kadim dostluğu, ilk
önce de asal karar merci olan bizatihi bu iki Devlet arasında, dikkat ve itina ile
her iki Devletin müktesep hakları ve milli bağımsızlıkları göz önünde tutularak,
titiz bir çalışmayla eskiden olduğu gibi tekrar yerine oturtulmalıdır.
Ayrıca ülkemizde, vasıfsız Suriyeli
göçmenlerin bile bizim vasıflı ve iyi kötü yaşayabilen orta direk
yurttaşlarımızdan bile çok daha iyi ekonomik şartlarda yaşamalarını da, kendi
nafakamızdan keserek karşıladığımız ve her geçen gün aradaki sosyal uçurumun
daha bir derinleşmesi problemini de, bu vesileyle ortak bir çözüme
ulaştırabilmek mümkün olabilir muhtemelen. Ki bunun nasıl, biran önce çözülmeyi
bekleyen çok acil bir sosyal problem olduğunu, dar ve ilkel görüşlülerin bile
yadsıması mümkün değildir. Yani bu çözümler mutlaka gerçekleşmelidir.
Ki o zaman bunun adına BAŞARI denmek
mümkün olabilsin. Bu bağlamda Saraylı muhteremin ilk önce de bu güzergâhı
kendine şiar edinmesi, özellikle de kendi yüksek menfaatinedir. Yani Sarayın
bundan sonra kendi özelini itekleyip, sadece Türk Milletinin milli menfaatine uygun,
somut kararlar alması ya da olmazsa en doğrusu, artık kapısına kilit vurması
elzemdir. Yoksa halk arasına girip bir yapay Atatürk popülaritesi kılıfına
bürünmekle, geçmişin ve güncelin günahlarını unutturmak asla mümkün değildir.
1931 yılında Mac Arthur’a İkinci
Dünya Savaşının bütün safahatını, galibini, mağlubunu vs. şaşmaz bir doğrulukla
önceden söyleyen Atatürk, keşke bugünleri de görebilseydi. Kim bilir ne kadar
isabetli bir doğrulukla, bizim ve bütün bölgemizin de geleceğini söyleyecekti.
Bunu yaparken de, Lenin’in sözü olan; ‘kim daha ileriyi görürse, diğerleri
üstünde hükmeder’ ifadesinin kendisine nasıl oturduğunu, yedi düvele bir kere
daha ispat etmiş olacaktı.
Bize gelince: Maalesef Demokrasiye inanç
ve kültür yoluyla değil, politikayla girmiş olduğumuz içindir ki yapay
demokratız. Yani dindar bile olabilmek için nasıl önce inanç, iman gerekiyorsa,
demokrasi için de önce inanç ve kültür o nispetle gereklidir. İşte bu yüzden de
zaten bize layık olanı tepemizde taşımıyor, bizar olduğumuz dertleri istemesek
de sahiplenmiyor muyuz?
Ve ne yazıktır ki 1789 Fransız
İhtilalinin; kültür itibarıyla geçen bunca yıla ve önümüzdeki muhteşem Atatürk
inkılabı örneğine rağmen hala civarında bile değiliz. Benmerkezci, ortaçağ
kalıntısı, ikbal özentili, epikürist siyasiler, bürokratlarla, liberal ambianslı
liboşlarla dolu bir ucube, demagojik popülist, ahval ve şerait işinde
yuvarlanıp gidiyoruz, şimdilik(!)…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder