Milli Birliği her şeyin üstünde tutarak, fırka,
cemiyet, dernek ve diğer kurumları dışlayarak, milli olan tüm insan kaynağı,
araç ve gereçle emperyalistin karşısına dikilen Atatürk’ün bile arkasında, önce
ana yürekleri yer almıştı. Atatürk’ün Kuvayı milli görüşlerini de ilk önce
Anadolu kadınları sahiplenmişti. Bugün de mevcut şartlarda ve en fazla ihtiyaç
duyduğumuz sırada, umut tomurcuklarını her olumsuzluğa rağmen yeşerten kadın
yüreklerine bakınca, milli birliği, bütünlüğü yücelten kadının kutsal varlığı ve
hem de akılcılığı, dolu dolu anlaşılıyor.
Çünkü
milli beraberlik olmazsa vatan (yuva), vatan olmazsa da millet (gelecek nesiller)
olamaz. Bu nedenle de kadınların yuva yapıcı dişi kuş nitelikleriyle vatan
mefhumuna daha fazla sahip çıktığı ve vatanın bekası için partilerin değil
sadece milli beraberliğin, bütünlüğün esas olduğunu, erkeklerin genelinden daha
fazla idrak etmiş olduklarına bakılınca da, kadın/erkek paradoksu yine ilk
plana çıkıyor nedense.
Bu
konuda iki görüş vardır: Birine göre erkek önce yaratılmıştı, ikincisine göre
de kadın. Şayet erkek önce yaratıldıysa kadın neden sonra yaratılmıştı. Çünkü
tanrı imalatın eksik olduğunu görerek yarım kalanı, daha mükemmel olan diğer yarısını
da yaratarak tamamlamıştı. Şayet kadın önce yaratıldıysa, tanrı yaratan olarak önemsediği
doğru olan tarafı önce imal etmiş ne ki ufak bir revizyonla da erkeği temsil
eden geri kalanı, ilave etmiş olmalıydı.
24
Haziran’dan sonra, beklendiği üzere Başkanlık oldubittisi de gündeme yapışınca;
ülkemin uluslararası değeri Yerebatan sarayından bile daha ucuza pazarlanmaya
başladı böylece. Sıra artık ülkenin resmi adını ve Bayrağını da değiştirmeye,
sonra da bavullarımızı kağnı arabalarına doldurup Asya’da çorak bir bölgeye
geri postalanmamıza geliyor herhalde.
Valla
bilmem, birileri öyle diyorlar ya hani, bende bundan bahsediyorum. İşte bu
düşüncelerle Türkleri ait(!) oldukları topraklara geri postalama mealinde ardışık
hayaller kurarak, senaryolar yazarak bugünlere programlayan o birileri,
herhalde bugünlerin de hesabını yapmışlardı mutlaka. Öyle ya bakın yeni Sevr de
masaya yatırılmayı bekliyor. Bunu yadsımak mümkün mü hiç?
Bundan
sonra Başkanın ‘van minit’leri de kurtaramaz bu vatanı. Meğer ki… Türk Ulusu
tehlikeyi görmüş, düşmanı karşısına almış ve sathı kuvvasını kurmuş olsun. İşte
beklenmedik radikal nitelikli ve Hitler dönemini anımsatan seçim sonuçları,
Erdoğan’ı ülkenin 1. otokratı yaparken, Demokrasi tramvayının da son durağa
vardığını ortaya koyarak beraberinde yeni bir olguya daha imza attı.
Şimdi
artık AKP logosunu da kullanmaya, atıp, tutmaya da gerek kalmadan, asıp,
kesmeye de başlanabilir. Demek ki emperyalist nihayet, ülkemizi illaki manda
eyaletlerine bölebilmek çerçevesinde son kozunu da artık masaya yatırmış ve
Türk Ulusuna da ‘yersen’ demiştir. İkinci olarak da, giderek tahammül
hudutlarını zorlayacak ve ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirecek olan
otokrasiye geçişi planlamıştır. Yukarıda bahsi geçen olgu işte tam da budur.
Bunun
için de, yarın arzu ettikleri duruma müdahil olmak üzere 100 bin kişilik PKK
gücüne ilaveten, ABD askeri güçlerinin de kapımızın önünde beklemekte olacağı
ise hedefteki mizanseni tamamlamaktadır. NATO Gladyosunun da o zaman ne
yapacağı, Karamanın Koyunu gibi sonradan çıkartacaktır marifetini ortaya. Ne ki
emperyalistin hedefi bellidir. Durum analizi, neresinden bakılsa sonuçta, bu
imajın oluşacağı fikrini ister istemez veriyor her sağlıklı insan aklına.
Bizi
bugünlere programlayanlar, seçim sonucunun böyle olabilmesini; dikkatler tek
tek sandıklarla uğraşırken, nihai sonuçların alınacağı ana sunucuda (AA) 1,5
Milyon oyluk sayısal birinci tur barajını sağlayacak bir manipülasyonla, daha
önce de bundan korktuğumu belirttiğim gibi istedikleri algoritmayla bize yine
yedirdiler sonuçta. Halk ise neticede mağdur ve günahsızdır. Bunu yine sineye
çekmek, hazmetmek zorunda kalan ise muhalefettir. Ve bu da onların aczini, yokluk
derecesindeki çaresizliğini ortaya koyar.
Böylesi
bir zorbalığa bile sessiz kalan muhalefetin bilhassa da inanmış CHP kanadının
yaptığı bütün çalışmalar, binlerce özverili ve gönüllü vatandaşın canla başla
ortaya döktüğü bütün çaba ne yazık ki hiçleşmiştir. Bundan sonra artık
seçimlerin bile bir daha yapılıp yapılamayacağı tartışılır hale gelmişken,
muhalefet partileri bundan böyle artık boşuna gelin güvey olmamalı, boş laf
üretmek yerine çözüm üretmeli ya da siyasadan çekilmelidirler. Ki her şeye
rağmen seçmenlerini ikna edebilsinler. Yoksa onların da sıfatları bundan sonra
‘götürücüye’ yaftalanacak ve muhalifi olduklarıyla
eşitleneceklerdir.
Sivas
Kongresinden itibaren İstiklal Savaşının başlangıç yıllarında, dava
arkadaşlarının birçoğunun Mandacı yanlılıklarına rağmen aynı davaya birlikte
yürüyen tam bağımsızlıkçılarının ve topunun arasından, gökteki Çoban Yıldızı
gibi tek başına yükselip, parlayan Atatürk’ün verdiği görüntü, nasıl bir
insanlık onuru, nasıl bir liyakat ihtişamıydı Yarabbi. 600 yılın Osmanlı enkazı
arasında böyle bir insan şeceresi yetişebilmiş olması bile, akla durgunluk
veriyor. Gerçi o dönemde de birçok aydın milliyetçi ve vatansever vardı lakin
bunların birçoğu Atatürk’ün dizkapağına bile yükselememişti.
İşte
o zor günlerin lideri olabilen, elbette bugünkü zor şartların da üstesinden
gelebilirdi. Ne ki savaş dahi olmadan aynı şartların oluştuğu bugün, ne zamanın
Mandacı İstanbul Hükümetine muhalif bağımsız milliyetçi dava arkadaşları ne de
Atatürk vardır ortada. O halde milli birlik mi? Yoksa muhalefet birliği mi?
Hiç
unutmayalım ki işgal altında bile değişken birkaç bağnaz şeriatçı ve bizatihi
mandacı eliyle aynı tehlikeyle karşı karşıya bırakılan ülkemiz, bugün ezik ve
neredeyse havlu atmış muhalefete kurtarıcı gözüyle bakarsa, maalesef
bölünmekten kurtulamaz. Ve hiç vakit yitirmeden ve daha fazla kaybeden olmadan,
Kuvayı Milli Birlik yoluna acilen girilmesi milli bekamız bileşkesinde olmazsa
olmazdır.
Atatürk
ocağında mandacıların kemikleri kaynatılarak oluşturulan Sivas Meclisinde
alınan kararlar ortadadır. Bugünde içimizde olan mandacı çürükler asla
unutmasınlar ki Türk topraklarını istila etmek öyle binlerin, yüzbinlerin işi
değildir. Milyonlar gerekir. Kâzım Karabekir Paşa’nın ‘özgürlük ve
bağımsızlığımızı alacak sermaye, bizim için ateştir’ tabiriyle de Mandanın ne
olduğu, esasen daha açık da ifade edilemezdi. O zaman neyse bugün de özellikle
ABD mandacılığı, ülkemizi param parça etmeyi tahayyül eden bir eski rüyadır.
§ «Amerika liberal
bir devlettir, Hıristiyan’dır. Ermeni kırımından bütün Türklüğü sorumlu
tutmaktadır. Eğer onun mandası altına girsek, Amerika'dan Doğu Anadolu'ya bir
Ermeni göçüne engel olacak mı idi? Hayır. Kürt otonomicilerini susturacak mı
idi? Hayır. Hıristiyanların elinden ekonomik ve tarım egemenliğini zorla alıp
sâdece ırgatlık, askerlik ve memurluk yapan Türklere devredecek mi idi? Hayır.
Demokratik yolda medreseciler ve şeriatçılar eğitim ve yönetimini durdurup
devrimci bir yol mu tutacaktı? Hayır. Nice misyonerlerin o vatanın dört
köşesinde okullar açıp Türk olmayan unsurları yetiştirdikleri böyle bir
mandadan sonra Türklüğün hâli ne olacaktı?» (Falih Rıfkı Atay)
§ Misyonerler ve
din adamları, dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye'deki kadar emperyalizme hizmet
etmemişlerdir. (Prof. EARLE)
İşte
1920‘lerde Kurtuluş Savaşı öncesinde Amerikalı ve Türk aydını görüşleri bu
merkezdeydi. Ki bugün de o görüşlerde hiçbir şey değişmemiştir. Yani öncelikle
de ABD ile İngiltere’yi bir çuvala koysanız. Türkler için vatan toprağından,
özü içinde bir çuval buğday kadar bile değerleri yoktur, inanın. Türk’ün Vatan
Savunması seçim sandığı değildir ki manipüle edilebilsin. Bu son oyun açık
oynanır ve olmak veya olmamak üzerine her şey ortadadır artık. Yani yiğidin
malı meydandadır anlayacağınız. Ve işte ancak o zaman belli olur kimin el,
kimin Bey olduğu. Haydi varmısınız…
Göçmenler
gelmesin diye kapılarınızı mıhlayın. Geri dönenlere de Türkiye baksın. İyi de
aymazlar! Kör olası ihtirasınızla emperyalist parmağınızı sokup ülkelerinde
sessiz sedasız yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan insanların evlerini
barklarını başlarına yıkıp, çoluk çocuğunu katlederek, geriye kalanları ser
sefil sokaklara döken kimdi. Çaresizlikle yollara düşüp, insan olarak yaşamak
için yaşamsal çareler arayan bu insanları sonra da şehir eşkıyaları,
teröristler seviyesine koyup bir de üstüne suçlayan kimdir. Durumlarının tek
sorumlusu olanlar karşılarında sinsice sırıtırken, insan olma haklarını kimden
soracaklardı ki.
Bir
zamanlar emperyalist Malta’ya sürüyordu milliyetçi aydınlarımızı, ta ki Atatürk
gelinceye kadar. Şimdi de Ergenekon’u icat etti aynı emperyalist. Tasarruf
yapıyor, Öyle ya kendisine muhalif aydını kendi ülkesinde etkisiz hale getirmek
nereden baksanız daha ekonomiktir. Hem masrafını da milletine ödetirsiniz. İlk
toplananlar arasında bazı eski tüfekler de vardı. Hepsi yeni eğitimleri
bitinceye kadar içeride tutuldular. Şimdi ise artık tık bile çıkmıyor onlardan.
Bilin ki bunları ben yazmıyorum. Kaderime olan isyanım yazdırıyor bana…
Size
gelince efendiler: ‘Ya istiklal ya ölüm’ parolasıyla kurulmuş olan o yüce
Meclise, yüzleriniz bile kızarmadan nasıl girecek, neyin(!) üzerine yemin
edecek ve neyinizle(!) koruyacaksınız bundan sonra o aziz Türk Milletinin hak,
hukuk ve istiklalini. Türk meselesi ‘ya istiklal, ya da İstiklaldir’. Çünkü
İstiklali olmadan ölmeye bile hakkı yoktur, ölümsüz Türk Ulusunun. Zira
vatanının eş anlamda mezarı olacağını da iyi bilir. Ve bundan ötürü de ölüme
şerbetlidir ya zaten. Belki ekilir çünkü gömülmez gerçekte; ama bilelim ki ölümle
ittifak yapmıştır. Ölmemiştir aslında o, tıpkı da Atatürk gibi…
Serendip
Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder