11 Temmuz 2018 Çarşamba

YAFTALANMAK..


            Milli Birliği her şeyin üstünde tutarak, fırka, cemiyet, dernek ve diğer kurumları dışlayarak, milli olan tüm insan kaynağı, araç ve gereçle emperyalistin karşısına dikilen Atatürk’ün bile arkasında, önce ana yürekleri yer almıştı. Atatürk’ün Kuvayı milli görüşlerini de ilk önce Anadolu kadınları sahiplenmişti. Bugün de mevcut şartlarda ve en fazla ihtiyaç duyduğumuz sırada, umut tomurcuklarını her olumsuzluğa rağmen yeşerten kadın yüreklerine bakınca, milli birliği, bütünlüğü yücelten kadının kutsal varlığı ve hem de akılcılığı, dolu dolu anlaşılıyor.

            Çünkü milli beraberlik olmazsa vatan (yuva), vatan olmazsa da millet (gelecek nesiller) olamaz. Bu nedenle de kadınların yuva yapıcı dişi kuş nitelikleriyle vatan mefhumuna daha fazla sahip çıktığı ve vatanın bekası için partilerin değil sadece milli beraberliğin, bütünlüğün esas olduğunu, erkeklerin genelinden daha fazla idrak etmiş olduklarına bakılınca da, kadın/erkek paradoksu yine ilk plana çıkıyor nedense.

            Bu konuda iki görüş vardır: Birine göre erkek önce yaratılmıştı, ikincisine göre de kadın. Şayet erkek önce yaratıldıysa kadın neden sonra yaratılmıştı. Çünkü tanrı imalatın eksik olduğunu görerek yarım kalanı, daha mükemmel olan diğer yarısını da yaratarak tamamlamıştı. Şayet kadın önce yaratıldıysa, tanrı yaratan olarak önemsediği doğru olan tarafı önce imal etmiş ne ki ufak bir revizyonla da erkeği temsil eden geri kalanı, ilave etmiş olmalıydı.


            24 Haziran’dan sonra, beklendiği üzere Başkanlık oldubittisi de gündeme yapışınca; ülkemin uluslararası değeri Yerebatan sarayından bile daha ucuza pazarlanmaya başladı böylece. Sıra artık ülkenin resmi adını ve Bayrağını da değiştirmeye, sonra da bavullarımızı kağnı arabalarına doldurup Asya’da çorak bir bölgeye geri postalanmamıza geliyor herhalde.

            Valla bilmem, birileri öyle diyorlar ya hani, bende bundan bahsediyorum. İşte bu düşüncelerle Türkleri ait(!) oldukları topraklara geri postalama mealinde ardışık hayaller kurarak, senaryolar yazarak bugünlere programlayan o birileri, herhalde bugünlerin de hesabını yapmışlardı mutlaka. Öyle ya bakın yeni Sevr de masaya yatırılmayı bekliyor. Bunu yadsımak mümkün mü hiç?

            Bundan sonra Başkanın ‘van minit’leri de kurtaramaz bu vatanı. Meğer ki… Türk Ulusu tehlikeyi görmüş, düşmanı karşısına almış ve sathı kuvvasını kurmuş olsun. İşte beklenmedik radikal nitelikli ve Hitler dönemini anımsatan seçim sonuçları, Erdoğan’ı ülkenin 1. otokratı yaparken, Demokrasi tramvayının da son durağa vardığını ortaya koyarak beraberinde yeni bir olguya daha imza attı.

            Şimdi artık AKP logosunu da kullanmaya, atıp, tutmaya da gerek kalmadan, asıp, kesmeye de başlanabilir. Demek ki emperyalist nihayet, ülkemizi illaki manda eyaletlerine bölebilmek çerçevesinde son kozunu da artık masaya yatırmış ve Türk Ulusuna da ‘yersen’ demiştir. İkinci olarak da, giderek tahammül hudutlarını zorlayacak ve ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirecek olan otokrasiye geçişi planlamıştır. Yukarıda bahsi geçen olgu işte tam da budur.

            Bunun için de, yarın arzu ettikleri duruma müdahil olmak üzere 100 bin kişilik PKK gücüne ilaveten, ABD askeri güçlerinin de kapımızın önünde beklemekte olacağı ise hedefteki mizanseni tamamlamaktadır. NATO Gladyosunun da o zaman ne yapacağı, Karamanın Koyunu gibi sonradan çıkartacaktır marifetini ortaya. Ne ki emperyalistin hedefi bellidir. Durum analizi, neresinden bakılsa sonuçta, bu imajın oluşacağı fikrini ister istemez veriyor her sağlıklı insan aklına.

            Bizi bugünlere programlayanlar, seçim sonucunun böyle olabilmesini; dikkatler tek tek sandıklarla uğraşırken, nihai sonuçların alınacağı ana sunucuda (AA) 1,5 Milyon oyluk sayısal birinci tur barajını sağlayacak bir manipülasyonla, daha önce de bundan korktuğumu belirttiğim gibi istedikleri algoritmayla bize yine yedirdiler sonuçta. Halk ise neticede mağdur ve günahsızdır. Bunu yine sineye çekmek, hazmetmek zorunda kalan ise muhalefettir. Ve bu da onların aczini, yokluk derecesindeki çaresizliğini ortaya koyar.

            Böylesi bir zorbalığa bile sessiz kalan muhalefetin bilhassa da inanmış CHP kanadının yaptığı bütün çalışmalar, binlerce özverili ve gönüllü vatandaşın canla başla ortaya döktüğü bütün çaba ne yazık ki hiçleşmiştir. Bundan sonra artık seçimlerin bile bir daha yapılıp yapılamayacağı tartışılır hale gelmişken, muhalefet partileri bundan böyle artık boşuna gelin güvey olmamalı, boş laf üretmek yerine çözüm üretmeli ya da siyasadan çekilmelidirler. Ki her şeye rağmen seçmenlerini ikna edebilsinler. Yoksa onların da sıfatları bundan sonra ‘götürücüye’ yaftalanacak ve muhalifi olduklarıyla eşitleneceklerdir.


            Sivas Kongresinden itibaren İstiklal Savaşının başlangıç yıllarında, dava arkadaşlarının birçoğunun Mandacı yanlılıklarına rağmen aynı davaya birlikte yürüyen tam bağımsızlıkçılarının ve topunun arasından, gökteki Çoban Yıldızı gibi tek başına yükselip, parlayan Atatürk’ün verdiği görüntü, nasıl bir insanlık onuru, nasıl bir liyakat ihtişamıydı Yarabbi. 600 yılın Osmanlı enkazı arasında böyle bir insan şeceresi yetişebilmiş olması bile, akla durgunluk veriyor. Gerçi o dönemde de birçok aydın milliyetçi ve vatansever vardı lakin bunların birçoğu Atatürk’ün dizkapağına bile yükselememişti.

            İşte o zor günlerin lideri olabilen, elbette bugünkü zor şartların da üstesinden gelebilirdi. Ne ki savaş dahi olmadan aynı şartların oluştuğu bugün, ne zamanın Mandacı İstanbul Hükümetine muhalif bağımsız milliyetçi dava arkadaşları ne de Atatürk vardır ortada. O halde milli birlik mi? Yoksa muhalefet birliği mi?


            Hiç unutmayalım ki işgal altında bile değişken birkaç bağnaz şeriatçı ve bizatihi mandacı eliyle aynı tehlikeyle karşı karşıya bırakılan ülkemiz, bugün ezik ve neredeyse havlu atmış muhalefete kurtarıcı gözüyle bakarsa, maalesef bölünmekten kurtulamaz. Ve hiç vakit yitirmeden ve daha fazla kaybeden olmadan, Kuvayı Milli Birlik yoluna acilen girilmesi milli bekamız bileşkesinde olmazsa olmazdır.

            Atatürk ocağında mandacıların kemikleri kaynatılarak oluşturulan Sivas Meclisinde alınan kararlar ortadadır. Bugünde içimizde olan mandacı çürükler asla unutmasınlar ki Türk topraklarını istila etmek öyle binlerin, yüzbinlerin işi değildir. Milyonlar gerekir. Kâzım Karabekir Paşa’nın ‘özgürlük ve bağımsızlığımızı alacak sermaye, bizim için ateştir’ tabiriyle de Mandanın ne olduğu, esasen daha açık da ifade edilemezdi. O zaman neyse bugün de özellikle ABD mandacılığı, ülkemizi param parça etmeyi tahayyül eden bir eski rüyadır.

§ «Amerika liberal bir devlettir, Hıristiyan’dır. Ermeni kırımından bütün Türklüğü sorumlu tutmaktadır. Eğer onun mandası altına girsek, Amerika'dan Doğu Anadolu'ya bir Ermeni göçüne engel olacak mı idi? Hayır. Kürt otonomicilerini susturacak mı idi? Hayır. Hıristiyanların elinden ekonomik ve tarım egemenliğini zorla alıp sâdece ırgatlık, askerlik ve memurluk yapan Türklere devredecek mi idi? Hayır. Demokratik yolda medreseciler ve şeriatçılar eğitim ve yönetimini durdurup devrimci bir yol mu tutacaktı? Hayır. Nice misyonerlerin o vatanın dört köşesinde okullar açıp Türk olmayan unsurları yetiştirdikleri böyle bir mandadan sonra Türklüğün hâli ne olacaktı?» (Falih Rıfkı Atay)

§ Misyonerler ve din adamları, dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye'deki kadar emperyalizme hizmet etmemişlerdir. (Prof. EARLE)

                İşte 1920‘lerde Kurtuluş Savaşı öncesinde Amerikalı ve Türk aydını görüşleri bu merkezdeydi. Ki bugün de o görüşlerde hiçbir şey değişmemiştir. Yani öncelikle de ABD ile İngiltere’yi bir çuvala koysanız. Türkler için vatan toprağından, özü içinde bir çuval buğday kadar bile değerleri yoktur, inanın. Türk’ün Vatan Savunması seçim sandığı değildir ki manipüle edilebilsin. Bu son oyun açık oynanır ve olmak veya olmamak üzerine her şey ortadadır artık. Yani yiğidin malı meydandadır anlayacağınız. Ve işte ancak o zaman belli olur kimin el, kimin Bey olduğu. Haydi varmısınız…


            Göçmenler gelmesin diye kapılarınızı mıhlayın. Geri dönenlere de Türkiye baksın. İyi de aymazlar! Kör olası ihtirasınızla emperyalist parmağınızı sokup ülkelerinde sessiz sedasız yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan insanların evlerini barklarını başlarına yıkıp, çoluk çocuğunu katlederek, geriye kalanları ser sefil sokaklara döken kimdi. Çaresizlikle yollara düşüp, insan olarak yaşamak için yaşamsal çareler arayan bu insanları sonra da şehir eşkıyaları, teröristler seviyesine koyup bir de üstüne suçlayan kimdir. Durumlarının tek sorumlusu olanlar karşılarında sinsice sırıtırken, insan olma haklarını kimden soracaklardı ki.

            Bir zamanlar emperyalist Malta’ya sürüyordu milliyetçi aydınlarımızı, ta ki Atatürk gelinceye kadar. Şimdi de Ergenekon’u icat etti aynı emperyalist. Tasarruf yapıyor, Öyle ya kendisine muhalif aydını kendi ülkesinde etkisiz hale getirmek nereden baksanız daha ekonomiktir. Hem masrafını da milletine ödetirsiniz. İlk toplananlar arasında bazı eski tüfekler de vardı. Hepsi yeni eğitimleri bitinceye kadar içeride tutuldular. Şimdi ise artık tık bile çıkmıyor onlardan. Bilin ki bunları ben yazmıyorum. Kaderime olan isyanım yazdırıyor bana…

            Size gelince efendiler: ‘Ya istiklal ya ölüm’ parolasıyla kurulmuş olan o yüce Meclise, yüzleriniz bile kızarmadan nasıl girecek, neyin(!) üzerine yemin edecek ve neyinizle(!) koruyacaksınız bundan sonra o aziz Türk Milletinin hak, hukuk ve istiklalini. Türk meselesi ‘ya istiklal, ya da İstiklaldir’. Çünkü İstiklali olmadan ölmeye bile hakkı yoktur, ölümsüz Türk Ulusunun. Zira vatanının eş anlamda mezarı olacağını da iyi bilir. Ve bundan ötürü de ölüme şerbetlidir ya zaten. Belki ekilir çünkü gömülmez gerçekte; ama bilelim ki ölümle ittifak yapmıştır. Ölmemiştir aslında o, tıpkı da Atatürk gibi…

                                                                       Serendip Altındal



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder