Bugün
Erdoğan’ın, bir zamanlar dost veya en azından diplomatik partner olarak
tanımladığımız ülkelerin dış işleri tarafından, apolitik jargonla eleştirilip,
yerden yere vurulmakta olduğunun asıl nedenini hiç merak ettiniz mi? Koca Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin, kocaman bir Sultan-Başbakanı(!), diğer ülkelerin daha
düşük statüde ki sıradan bakanları veya devlet sözcüleri tarafından sürekli
aşağılanıyor. Bu hallere mi düşecektin(!)
Sultan.
Bir
vesileyle, hemen devireceğini iddia ediyorken; “Türkiye gibi bir ülkenin birkaç
Dolar yem atılarak yönetilmesi çok acı” tespitini, bizimkinin suratına
çarparcasına savuran Esad’ın aşağılaması, diğerlerini de bastırdı. Ne ki bizim
dayıdan tık yok. Ya, işte böyle! Evrensel diplomasi, birkaç numara yüksek gelir
adama ve Gezi parklarında, sadece özgün birey olabilme haklarını savunan çoluk
çocuğa dayılık yapmaya da hiç benzemez.
Ki
bu durum ülkemizi de maalesef, tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılıyor. Oysa işi
buraya kadar getiren şu meşhur neden o kadar açık ki. Çünkü kendisi alt
yapısız, cahil, her salataya maydanoz ve üstüne üstlük, işgal ettiği, devletin
en sorumluluk isteyen pozisyon’unun gereklerine rağmen, okuma özürlü bir
Âdemoğludur.
Hoş okuduğunu anlayabilecek düzeyde midir? Bu
da ayrı bir konudur. Sadece şişirme, dayatma - ki bu sayfaları dolduranların da
kimlikleri, alt yapıları, devlet bürokratı deneyimleri sorgulanmalıdır, çünkü
kılavuzu karga olanın… - prompterin dijital sayfalarının önünde, kahvehane
meddahı ambiyanslı, iyi rol kesen bir zat ı muhteremdir kendileri sadece.
Erdoğan gerçeği işte bu kadarcıktır ve şişirme bir balondur aslında. Varsın tiranlığı
onun olsun, mevta çanı çalıncaya kadar da tepe tepe hayrını görsün.
Bunları neden yazdım. Çünkü
diplomasi ince bir iştir, bilhassa da bu muhteremin kendi abiye ifadesi de temel
alınırsa, ‘Monşerler, Mösyöler, Lordların’ işidir. Hele 21 Yüzyılda Erdoğan standardında
bir siyasetçinin(!), hem de Atatürk’üyle
Türk Mucizesi yaratmış ve haşmetli tarihine en
son noktayı da koymuş, Türkiye Cumhuriyeti gibi bir büyük devletin başında,
uzak ara bile işi, yeri ve gereği olamaz.
Kendisine
bir tavsiyede bulunursak; Cumhuriyet Tarihinin bilhassa da Lozan bölümünü
detaylı okusun. Orada her fırsatta aşağılamaya çalıştığı İsmet İnönü gibi hem
kumandan, hem de büyük bir diplomat’ın Lord Kurzonlar takımı karşısında, uzun
ve çok tartışmalı müzakerelerin sonunda, nasıl ikinci bir kurtuluş savaşı
kazandığını, daha doğrusu savaşın aslında, karşılıklı imzalar atıldıktan sonra Lozan
da kazanılmış olduğunu anlamaya çalışsın.
Şayet
Lozan da kazanmamış olsaydı, İnönü Sakarya Zaferinin de aslında bir kıymeti
harbiyesi olamazdı. Dolayısıyla İnönü hem göğüs göğse hem de masada elde edilen
iki zaferi de kazanmış ender bir komutandır. Hakkını vermezsek, ahde vefa
sahibi değiliz demektir. Dahi Atatürk de Lozan’a işte bu sebeplerden dolayı
bizatihen İnönü’yü yollamıştır zaten.
Saygın
devlet adamlığı her şeyden önce, takım çalışması gerektirir. Çünkü gerçek
devlet lideri, her şeyi bildiğini ve tek adam olduğunu asla iddia etmez. Ne
zaman tek adam olması gerektiğini de, gerektiği zaman bilir ve liderliğinden de
asla taviz vermez. Tıpkı Atatürk’ün daha milli hareketin başında, meclisinden
kumandanlığın yanında, tek devlet adamlığı kanun yetkisini de talep ettiği
gibi. Şayet bunu yapmamış olsaydı, bırakın Lozan’ı, Türkiye Cumhuriyeti adlı bağımsız
bir Türk devleti de bugün olmayacaktı yeryüzünde.
Ve
çok iyi bilinsin ki savaşlar sadece ‘Allah, Allah’ diye saldırıp, düşmanı saf
dışı bırakmakla kazanılamaz. Esas savaş aslında, diplomatların başarılarına
göre kazanılmış veya kaybedilmiş sayılır. İşte Mustafa Kemal’in ve İsmet
İnönü’nün iyi bildiği; ama Erdoğan gibilerin asla bilmediği ve anlayamayacağı
gerçek de budur. İşte saygın devlet adamlığı da böyle bir şeydir esasen. Ayrıca
ABD’nin hiç silah kullanmadan; ama kendisini kullanarak, sadece diplomasiyle
koca Türk Ordusunu nasıl saf dışı bıraktığı gerçeği de, bizatihen yaşadığı en
taze misaldir aslında.
Hoş,
Türk evladının, er’i, Amazonuyla milis olduğunu nasıl biliyorsak, askerinin ve
sivil güvenlik güçlerinin de bu milislerin çocukları olduğunu, asla aklımızdan
çıkarmamalıyız. Öyle ya! Kim derdi ki; ihtiyar delikanlı gibi gözüken Internet
gençliği, kanındaki öğelerin ivmesiyle birden bire ayaklanacak ve parklarda,
bahçelerde emsalsiz bir ihtilal başlatacaktı.
Muhteşem
tarihi gizemini, genlerinde barındıran Türk evladının Pandora kutusunda,
önceden tanımadığımız, bilemediğimiz daha ne sırlar vardır kim bilir. Ki o kutu
bir açılmaya görsün. Şimdi Erdoğan’ın gerçek kimliğini bu perspektiflerden,
daha iyi sorgulayabilirsiniz artık. Yani lafı fazla dolaştırmaya gerek yok.
Konu bu kadar basittir aslında.
§ Mudanya Mütarekesi:
İ. İnönü, Hatıralar, 2. c, s.28.
Giderek alışır ve saygı duyarlar. İsmet Paşa büyük zafer kazanmış bir
cephe komutanıydı. Karşısındaki generallerin hiçbirinin ciddi bir askeri başarısı
yoktu. İsmet Paşa'nın başkanlığına razı olmalarının bir nedeni de İsmet
Paşa'nın bu tartışılmaz üstünlüğüdür. İsmet Paşa iyi Almanca ve Fransızca
biliyordu. Mudanya'nın bir önemi de Mondros Ateşkes Anlaşması'na dayanılarak
işgal edilmiş olan Çanakkale ve İstanbul'da işgalin sınırlarının da saptanacak
olmasıdır. Mudanya Anlaşması ile sınırları belirlenen işgalin, barış antlaşmasının
imzasına kadar devam edeceği Müttefiklere kabul
ettirilmiştir
(T.
Bıyıklıoğlu, Trakya'da Milli Mücadele, 1. c, s.446, 455).
Lozan Mütarekesi:
Baş delege olarak İngiltere'yi Dışişleri Bakanı Lord
Curzon'un temsil edeceği belli olmuştu. Lord Curzon'un varlığı hepsini
düşündürdü. Tipik bir Türk düşmanıydı. İstanbul'un Türklerin elinden alınması
için çok gayret göstermiş, Doğu Trakya'nın Yunanlılara verilerek Türklerin
Avrupa'dan ayağının kesilmesini istemiş, Lloyd George'un izinde bir
siyasetçiydi. Büyük Taarruz'dan önce savaşsız barış amacıyla Londra'ya yollanan
Fethi Bey'i kabul etmemek kabalığını göstermişti. (Cumhuriyet
Türk Mucizesi – Turgut Özakman)
Yukarda
içeriklerinden kısa alıntılar verdiğim yapıtları biraz karıştırıp, şayet
okuduğunu da anlayabilirse, yakın dış dünyasında, bugünün ucuz siyasetçilerinin
bile karşısında ne kadar acınası durumlara düştüğünü anlama ve yüzü kızarma
şansını da yakalayabilmiş olacaktır. Ve şayet yüzü, yalnızken – ki başka türlü
kızarması mümkün değil - aynaya baktığında kızarabiliyorsa, belki kendisinde hala ümit var diye de düşünebilir
aramızdaki bazı ultra iyi niyetliler. Ama kendi adıma teşekkür ederim, bana bu
kadarı çok fazla, daha fazlasını ben almayayım.
Başlarına
yeni bitme çakma Sultanı da koyarak, ülkemde ve dış dünyada lider olduğunu
sananların topunu, o aziz rahmetlilerimizle mukayese ettiğimde sadece; ama
derinden bir ah çekiyorum AAAH! İşte yeni Runik
yazımızın şifresi budur. Ve artık özümü bekliyorum.
Şimdi sizde duyabiliyor musunuz? Şerefli tarihinizin yiğit
mezarlarından sessizce haykırarak yankıyan ve beni her gece sabaha karşı,
silkeleyerek uyandıran o gizemli çağrıyı, Emmioğullarım ve AMAZONLARIM. Siz
anladınız işte…
Serendip Altındal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder