Yeni yetişen genç öğretmenlerimizin yastık
altı kitabı olarak kabul edilmesi gereken, Atatürk’ün Güney Doğuda ki eğitim
misyoneri, Sıdıka Avar’ın DAĞ ÇİÇEKLERİM adlı kitabından yaptığım aşağıda ki alıntıları,
genç ve idealist yeni öğretmen namzetlerimize ithaf ediyorum. Şayet bu kitabı
okurlarsa, her şeyini bütün özü ve doğasıyla, hiçbir ayrım yapmadan, kaderine
terk edilmiş bütün Güney Doğu Anadolu kızlarının eğitimine adamış, yokluk ve
çaresizlik içinde olanlarının, bitlerini bile elleriyle ayıklamış ve emsaline
çok ender rastlanır idealist bir öğretmenin, efsane kabul edilebilecek yaşam
öyküsünü öğrenmiş, olacaklardır. Aynı bağlamda, idealizm’in aslında ne
olduğunu, onu iman edip yaşamadan, sadece Internet kafeler’den, Facebook’lu,
Twitter’li vs. tablet PC lerden alınabilecek bir meta olmadığını da anlayacaklardır.
Her devirde olduğu ve olabileceği gibi,
o dönemde de mevcut olmuş dirayetsiz devlet memuru ile adam gibi adam
olanlarını da birbirleriyle kıyaslayabileceklerdir. Sevilen ve sevilmeyen, özellikle
de şimdikiler gibi isyana bile çanak tutan, devlet adamları arasında ki
farkları da, canlı örnekleriyle irdeleyebileceklerdir. O dönemde, bugünkünden
pek farklı olmayan ilkel bölge insanlarının, siyaset ve siyasetçiye hangi gözle
baktığını, ondan aslında ne beklediğini, daha bir derin
yorumlayabileceklerdir.
Aydın yuvaları olan Köy Enstitülerimizin ışıklarının söndürülerek Anadolu’muzun, yeniden toprak derebeylerinin çağlar ötesi karanlığına gömülmesi defin ruhsatı da, DP döneminde imzalanmıştır. İdealist Avar’ın, partili olmadığı ve herhangi bir iktidardan da en ufak bir menfaat beklemediği halde – ki bekleseydi, kendisine yapılan vekillik teklifini reddetmezdi – önceden bilemeyeceği, aslında toprak Ağaları’nın ve İrtica’ın hükümetinden bile, ne kadar umutvar oluşunun, böylesi iyi niyetli bir öğretmen için, nasıl da tipik bir örnek olduğunu da anlayacaklardır.
Aydın yuvaları olan Köy Enstitülerimizin ışıklarının söndürülerek Anadolu’muzun, yeniden toprak derebeylerinin çağlar ötesi karanlığına gömülmesi defin ruhsatı da, DP döneminde imzalanmıştır. İdealist Avar’ın, partili olmadığı ve herhangi bir iktidardan da en ufak bir menfaat beklemediği halde – ki bekleseydi, kendisine yapılan vekillik teklifini reddetmezdi – önceden bilemeyeceği, aslında toprak Ağaları’nın ve İrtica’ın hükümetinden bile, ne kadar umutvar oluşunun, böylesi iyi niyetli bir öğretmen için, nasıl da tipik bir örnek olduğunu da anlayacaklardır.
Hatta o dönemde daha medeni ve
insancıl olduğu görülen Amerikalısı’nın bile, artık otokontrolünden çıkmış parababaları’nın
hırs ve ihtirasları nedeniyle, bugünkü emperyalist sırtlana nasıl dönüştüğü
hakkında da belki fikir sahibi olabileceklerdir. Böylece idealleri
doğrultusunda, bu kitapla yeni ve özümsel, yaşanmış tecrübeler kazanacaklarına
olan inancımı da belirtmek istiyorum.
Oysa sadece 200 ışık yılı uzağımızda
gerçekleşebilecek bir süpernova’nın bile, adına insanlık dediğimiz bütün beşeri
dünyamızı, bir kibrit alevi gibi söndüreceği bir âlemde, aslında nefes
alabilmemizin bile ne kadar tesadüflere bağlı olduğunu, ne hazindir ki
düşünemiyoruz. Daha geçen gün Çernobil’e gök taşları yağarak birçok canı
alırken, sadece eteklerinde ki taş parçacıklarını, Newton amcamızın hesaplarını
teyit edercesine, bize teğet geçerken üstümüze savuran Android, şayet bizatihen
bizi ziyaret etmeye kalksaydı, bugün bunları yazışabiliyor olabilirmiydik acaba.
Lütfen biraz da bunları düşünelim ve tüm ihtilafları elimizin tersiyle bir
kenara itelim. Zira ağzınızla göktaşı da yakalasanız, geleceğiniz asla garanti
değildir efendiler, hanımefendiler...
§ TEFTİ
Dağ Çiçeklerimden ikisi: Fatma
Egün ve Sultan Öz, okula geldiklerinde
okulumuz üç
vilayetin valileri, milli eğitim müdürleri ve 4. Umum Müfettişliği tarafından
ayrı ayrı teftiş ediliyordu. Bakanlık müfettişleri de ayn. Bir gün Bingo!
Valisi Sayın "Şahinbaş" gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar
saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali Bey sordu:
- Kürt
kızları bunlar mı? Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, gittikçe de
hainleşti.
-
Tunceli'nin Türk kızları efendim. Vali Bey devam ediyordu:
-
Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla
ödediler. Ben sözünü kesmek isteğiyle,
- Aman
efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli...
- Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler
böyle hareket ederseniz... Sözünü kesmek için bir İki defa karıştıysam da o
devam etti:
- Hükümet
çok kuvvetlidir. Hepimizi yok eder!
-
Beyefendiciğim, öteki sınıflara lütfen teşrif etmez misiniz? Çayınız da
soğuyor... Diye kapıyı açtım. Ondan sonra bir iki enstitü sınıfında ve müdür
odasında ikramlarda bulundum, çalışmalarımızın hedefini anlatmaya uğraştım.
Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu sorulan
soruyorlardı:
- Neden
bizi bu kadar suçlu görüyorlar?
- Neden
"Kürt" diye hep hakaret ediyorlar?
- Neden
Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?
- Hani siz
"hepimiz Türküz" diyordunuz? Bu acı dolu soruların sonu gelmiyordu.
FAY Kirby
Mr, Moor'un
okulumuzun hususiyetini anlatması Türkiye'deki Amerikalıların merakını
uyandırmıştı, o zaman Arnavutköy Kız Koleji’nde öğretmen olan Bayan Fay Kirby
okulumuza gelmek İçin müracaat etti. Okulun çak sıkışık olduğu, kendisine bir
oda ayıramayacağımız bildirildiği halde seyahat yatağının sığabileceği her
yerde yatabileceğini bildirdi. Milli Eğitim Bakanlığından kendisine izin
verildi, bize de misafir etmemiz emredildi.
İbrahiman'a
giden kese yol Simsar Köyü'nden geçer. Kirby'nin telini alıp gece 2'de istasyona
karşılamaya gittim. Başında kırmızı bere, bej bir palto, kürklü kocaman pabuçlar
ve sırtında bir hamal yükü' kadar büyük çanta ve yatağı ile vagon penceresinde.
- Helo Miss
Kirby!
- Helo Mrs.
Avar!
- Welcome to
Elazığ.
- Hoş bulduk
Mrs. Avar. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Okulda ona hazırladığımız revirdeki
yerine getirdik, Bizimle 22 gün yaşadı. Çocuklarımızdan bizim halayları
öğrendi. Birçok yerli ailelere götürdüm. Birçok kurslar gezdik. Bu arada,
Marshall Planı gereğince yapılan yollardaki makinaları işleten birkaç Amerikalı
teknisyen ailesi de Elazığ'da idiler. Bizi yemeğe davet ettiler, gittik. Ben
çocukları ve kitaplarıyla meşgulken büyükler aralarında konuşuyorlardı. Onlar
amelenin tembelliğinden, görgüsüzlüğünden dem vururken Kirby şöyle
cevaplıyordu.
- Siz en aşağı,
cahil tabaka ile temastasınız. Ben kolejde en şımarık, en dejenere insanları
tanıyorum. İkisi de halis Türk ailesi değil, asıl bizim tanımadığımız
muhafazakâr, örf ve ananesi bozulmamış Türk ailesidir. Bu klasik ailelerin terbiyesi
çok derindir, saygı ve nezaketi onlarda görmek lazım.
Bunu bir
Amerikalı kanaati olarak dinlemek insana gurur veriyordu. Misafirimiz şerefine
bir çay ve folklor gösterisi tertipledik. Buradaki Amerikalıları davet ettik.
Harput'ta ve oradaki kolejde çalışırken ölen Amerikalıların mezarlarını ziyaret
ettik. Müdür odasında arkadaşlarla sohbet esnasında daima garp ve Amerikan
hayranlığından bahsedip bizi küçümseyen bir arkadaşa çok güzel bir cevap verdi.
- Siz tarihi
olan, mazisi olan, adet ve ananeleri çok güzel olan bir millete mensupsunuz.
Siz kendi çerçeveniz içinde çok büyüksünüz. Böyle garpçı olursanız küçük
olursunuz. Maymundan farksız olursunuz.
- Bu cevabı çok
beğendim. O arkadaşa tesir etti mi acaba?
Gece yarısı
giderken bütün yatılı öğrenciler kalkmış, onu "güle güle!..." adlı
okul şarkısıyla uğurluyordu. Birçokları ona hazırladıkları manileri hediye
etmişlerdi. Bundan çok mütehassıs olmuştu. Kirby trende ayrılırken:
- Eğer âdetimizde
el öpmek olsaydı, bu dünyada yalnız sizin elinizi öperdim, dedi,
1950 - 1951'de
Amerika'ya gidişimde beni New York' ta buketle, Waşington'da kendisi karşıladı,
ablasıyla tanıştırdı. Göremeyeceğim yerleri gezdirdi. İki sene sonra yine Kirby
arabasıyla geldi ve Köy Enstitüleri konusunda araştırma yaptı. Birçok köy ve
kazalara çocukları beraber götürüp teslim ettik. Aradan ne kadar geçti bilmem,
Mrs. Kirby bana 380 'küsur sahifelik "Türkiye'de Köy Enstitüleri" kitabını
hediye olarak gönderdi.
Marshall
Planı'yla yurdun her köşesine giren Amerikalılar Ovacık düzüne de spor
uçaklarıyla indiler. Sabah. Munzur'un son sistem oltalarıyla avladıkları
alabalıklarını öğleyin sofralarına uçurdular. Hayvancıkların nesli azalıncaya
kadar. Ovacık Belediyesi'ne, bu balık avcılarından balık başına bir para
almalarını söylediğim zaman gözlerini büyük büyük açarak:
- Hiç misafirden
pare alınır? Ayıptır! Cevabını verdiler.
Ey bütün varını
yabancılara cömertçe seren sevgili köylü dostlarım! Yokluk, fakirlik içinde
bile asil insanlarsınız. Size sevgi ve saygı duymayan gafillere yazık!
KAMBER EFENDİ
Kapı
aralığından başımı uzattım. Bir duvarı kaya, zemini toprak, üstü çalı çırpı bir
kulübe, Işığı 'kapıdan alıyor Gözüm karanlığa alışınca kapı duvarında bir ocak,
içinde dibi kor olmuş bir meşe kütüğü, paçavralardan, ocağa dikey bir yatak,
içinde sapsarı bir kadın yatıyor, üstünde hasta anasının memesini çekiştiren, bir
elinde de kara bir ekmek, sıska bir çocuk; yatağın etrafında dolaşan iki yarı
çıplak erkek çocukla geri planda 12 yaşında paçavralar içinde bir kızcağız. Bu
yürekler acısı sefalet hane Kanber Efendi'nin eviydi. İçerdeki kadın biz girince
doğruldu, iki tarafa sallayarak anlatmaya başladı
- Üşütmüşüm nedir. Toprağımıza geldik diye sağa sola çabaladık,
şu kulübeyi çattık, çattık ama bana da bir halsizlik çöktü. Önceleri yoktu ama
şimcik bir öksürük Doktor teşhisini çoktan koymuştu. Verem son devre.
- Bak bacı, sana öksürük İlacı vereceğim ama bu çocuğu emzirme
artık. O da senin gücünü azaltır. Kadıncağız beni çekip kulağıma fısıldadı:
- Bu bebe en küçük, ekmeğe katık yapıyordu sütü. bitti hele
ekmeği ne serttir, dişi aha dört tane, kesmez ki ... Diye bebenin elindeki
ekmeği gösterdi.
Jandarmalar da
içeri girmiş, başları önlerinde dinliyorlardı. Hemen çantamdan bir somun
çıkardım. Bir parça koparıp küçüğe verirken etrafıma sürünerek korkak ve yarı
çıplak dört oğlan yanaştı. Gözlerinde ekmeğe hasretin aç ışıltısı vardı. Ekmeği
çantaya sokacağımdan da korkuyorlardı. Hepsini dağıttım. Kapıp doğru ağızlarına
götürüyorlardı yavrucaklar. Ama gözlerini de ekmekten ayıramıyorlardı. Çantadan
peynir de çıkarıp bölüştürmeğe başlayınca hepsi iyice sokuldular bana. Kıza
döndüm vermek İçin, düz bir taşın üstündeki darıyı elindeki taşla eziyordu, bir
bez üstündeydi taş. Annesi:
- Darıyı eziyor ki
ekmek yapak. İşte böyle olıy. Değirmen değil ki un edip öğütsün. Yüreğim
yaralandı, gözüm yaşardı. Çantadaki azığı bıraktım. Jandarmalar da tayınlarını
boşalttılar. Kanber Efendi'nin 7 çocuğu vardı. En büyüğü kız, ötekiler hep
oğlandı. Sadece kız bin bir yamalı bir kırmalı köy entarisi ile giyinikti. Ötekiler
göğsü göbeklerine kadar açık birer amerikan içlikle yarı çıplak donuyorlardı.
Yavrucakların karnı doyunca küçükler kulübenin toprağında oynaşıyor, büyücekler
büzülerek ocak başına tünüyorlardı. Karınları doyunca kedi yavruları gibi
keyifle oynaşıyorlardı. Kanber Efendi;
- Bu kışı
geçirebilsek... Diyordu endişeyle.
İki tarla tahıl
ekmişti. Ah bu kışı geçirebilseler. Üç çuval darıdan başka bir şeyleri yoktu.
Bir de meşe meyvelerinden kaynatılmış pekmez yapmışlardı ama çocuklara dağ
dayanmıyordu ki. Kızı Şeriban tam okulumuz çağındaydı. Fakat hasta anasının eli
ayağıydı. Hastabakıcılığı, kardeşlerine analığı, ev hanımlığını anasının
direktifi ile o yapıyordu. Darıyı İki taş arasında o ufalıyor hamuru o tutuyor,
ekmeği aşı o yapıyordu. Körpe omuzlarındaki yük çok ağırdı. Onu okula alsak
geride kalanlar ne olacaktı? Çocuğun okul deyince gözleri parladığı halde
yüreğim sızlaya sızlaya bıraktık.
YARDIM
Yasak Bölge'den dönüşümüzde
Sayın Niyazi Akı'ya oradaki durumu anlattık. Ertesi gün Elazığ'a dönmek için kamyona
binerken "Gakko Vali" Bey'in gece Elazığ'a indiğini, yardım istemek
üzere bu sabahki tayyareyle Ankara'ya uçacağını öğrendim. 20 bin lira yardımla
dönen Sayın Niyazi Akı, Yasak Bölge karakollarına un dağıtarak ekmek pişirilip
muhtaç halka kış boyu dağıtılması için tedbir almıştı. Kendisi de sık sık
yoklar olmuştu köyleri. Şeyhleri, seyitleri aratmıyordu bu vali, onlar da gönül
rahatlığı ile gidip anlatıyorlardı müşküllerini. Vaktiyle şeyhlik, seyitlik
müessesesinin yıkıldığı seneler bir kış uzun sürmüştü de fakir fukara, bu
kazada kaymakam vekiline gidip boyun bükmüştü "erzakımız bitti" diye.
Vekil de:
- Hay koca
kuyruklu Kürtler, lokmanızı da mı hükümet düşünecek, diye kovmuştu onları.
- Şıh, bile on
çuval tahıl isteyerek hacetimizi yerine getirirdi hiç olmazsa, diyorlardı.
Dertleriyle dertlenen bu valiyi nasıl "Gakko" diye sevmezdi bu halk?
- Yasak Bölgeye
dönen halktan aldığımız çocukları ertesi yıl bıraktık köylerinde. Çünkü okul ve
öğretmenleri hazırdı. Zaten batıdan Türkçeyi güzel konuşarak dönmüşlerdi.
KIYAMET
KOPACAK
Bilmem hangi
şeyh söylemiş, 5 Nisan gecesi kıyamet kopacakmış. Pansiyonlar yarı alaylı
söylüyor, yatılılarsa tümüyle inanarak korkuyorlardı. Şu şeyhlere ne kadar da
inanıyorlardı. Onları Muavin ve Ayşe Abla ile iknaya çalışıyorduk. Tabiat
olaylarının nedenlerini açıklıyorduk. Aksine gök gürültülü, şimşekli,
yıldırımlı bir havaydı, yağmur da gök delinmiş gibi yağıyordu. Çocuklar bu
havanın azizliğine bakarak bana inanmıyorlardı, gözlerinde müthiş korku vardı.
Kafacıkları hep bu kıyametle doluydu. Tabii ders çalışmıyorlardı. Türkü
söyletmek istedim korkuyu dağıtmak için, boşuna. Yüz ağızda yüz soru... Yemekte
büyük bir iştahsızlık. Yatakhanede bir türlü uyumuyorlar. Her gök gürleyişiyle
ayaklanıyorlar. - Yatakhaneden gitmeyelim, diye yalvardılar, kabul ettim.
Uyusunlar diye en küçüğün ayakucuna oturdum. Uyuyan pek azdı. Saat 24'ten sonra
yağmur hafifledi, sonunda hava sakinleşti. Saat O2’ye kadar uyanıktım. Ben de
küçüğün karyolasının ayakucunda kıvrıldığım yerde uyumuşum. Zille uyandım.
Kalkma zili sandım. Meğer kahvaltı zili imiş. Benim sevgililer beni
uyandırmamak için papuclarını bile ellerine alıp çıkmışlar. Okuldaki sükûneti
hep yatılı kızlarım temin etmiş. Sevgili yavrular, Avar ana nasıl size hayran
olmaz ki... Bu bağlılık, bu içtenlik...
MÜDÜRE HEDİYE
Kanaat
yoklanılan zamanı çocuklarımdan ısrarla hediye isterim. Bana verecekleri hediye
"not" tur. 9-10'dan aşağı notlan hediye olarak kabul etmem. Kanaatler
ortalamasında kazanılan 9-10'lar bana getirilen en büyük hediyelerdir. Bu
hediyeleri getiren kızlarıma arkadaşları huzurun da teşekkürler ederim, onlar
benim elimi öper, ben onları saçlarından öperek överim. Hele yatılı kızlarım,
bana bu hediyemi sunmak için gece yarısından kalkıp okulun köşe bucağına
saklanarak çalışırlar. Çünkü yatma zamanı uyumamak yasaktır. Onun için ışığa
yakın masa, sıra altları, tuvaletler; banyo, çalışma masalarımızın ve
merdivenlerin altlan, koltukların ve uzun perdelerin arkalan, dolap içleri
saklanacak çalışma yuvalarıdır. Kanaat devreleri bir saat önce kalkmalarına
izin vermek zorunda kaldığımız halde çocuklar gizli yuvalan tercih ederlerdi.
Çalışkandır benim kızlarım.
SEÇİM VE
ERTESİ
Okulumuza da
sandık konmuş, hazırlık yapılması emredilmişti. Elbiseliklere örtü germe
suretiyle antrenin iki
yanma iki
kulübecik yapıldı. Partilerin listelerinin konduğu masalara kalem ve hokkalar
yerleştirildi. Kapı önünde sandıklara, onların iki yanında da gözcülere yer
hazırlandı. İç kapıyı kapattık. Çocuklar her zamanki gibi işleriyle
uğraşıyorlardı, biz de başlarından ayrılmıyorduk. Öğleden sonraydı.
- Bir hanım sizi
istiyormuş balkona, dediler. Çıktım, Bastonuna dayanmış çok yaşlı bir hanım.
Boy siyah paltosunun üstünde iki metrelik siyah ipek başörtüsü beline kadar
inmekte, temiz pak, muhterem bir ihtiyar. Elini sallayarak:
- Kızım
Müdür'anım, senin çok tavukların var, tavuk uğursuz mu?
- Hiç uğursuz
olur mu büyük hanımcığım? Allahın insanlara yumurtasını da, yavrusunu da,
kendisini de en iyi yiyecek olarak verdiği nimetlerden biri.
- Hah, evladım
sağ olasın. Ben sana inanırım. Bunlar beni aldatıyorlar, "İsmet Paşa'nınki
uğursuz tavukayağı" diyorlar. Hiç Allanın mundar demediği hayvanceğiz
uğursuz olur mu, bu domuz mu? Diye söylenerek içeri girdi, oyunu kullandı.
Ertesi gün erkenden Bingöllüleri götürdüm. Herkes ayakta, radyolu kahveler
önünde kümelenmişlerdi. Onun için çocukların velileri hep şehirdeydiler. Teslim
çabuk oldu. Ertesi gün seçim neticeleri belli olmuş, Demokrat Parti kazanmıştı.
Genç ayak takımı coşkunca bayram ediyordu. İlk otobüsle Genç’e trene
gidiyordum. Otobüste söyleniyorlardı ihtiyarlar:
- Şeyhler,
seyitler geri gelecek. Camiler tekkeler açılacak, şehir karıları çarşaf
giyecek. Gençler:
- Kanlar
dayralarda (dairelerde) çalışmayacak, kız, mektepleri kapanacak. Kızların
okuması da noli ki. Erkekler dört karı alacak. Kanlara "boş" dedin mi
bitti, boş düşecek. Karılar mahkemeye boşanmak için gitti mi, hemmen soppa
yiyecek. Şoför yanında içimden dolup taşarak 'ya sabır’ çekiyordum. Nihayet
trene bindim, Bingöl Valisi Sayın Naci Rollas da trendeydi. Yerleştiğimiz açık
vagondu. Herkes bir birini görüyor. Ben Vali Beylerin bölümündeyim. Ortadan laf
ediyorlardı gayet laubali, bize bakarak ve yüksek seste... Bereket versin Vali
Beyle eşi arkaları dönük oturmuşlar da küstah bakışları görmüyorlardı.
Otobüsteki sözler tekrarlanıyor, kadın hürriyeti, kadın memurlar, kadın
mebuslarla alay ediliyordu. Vali Bey bakışlarımdan sezmiş olacak ki,
- Müdür'anım,
bunlar olağan şeyler, lakayt kalın anlamamış davranın, ses çıkarmayın, dedi.
Ama söz şahsıma intikal edince susamıyordum. Gençlerden biri daha küstahlaşarak
- Anlimisin
Mudur, erkekler dört karı alacak... Yerimden ayağa fırladım,
- Onu yapacak
adam anasından doğamaz artık. Hey oğul, bu memleketin kanununu hiç bir parti
çiğneyemez. Demokrat Parti kanunlara daha da hürmet edecektir. Sen daha kanun
nedir, memleket düzeni nedir onu bile bilmiyorsun. Kız mekteplerine gelince,
onu daha da çoğaltacak. Sen bunları okuyup öğrenmeye bak. Yoksa hep böyle kuru
gürültü kalırsın.
- Biz, karıların
dilini dibinden koparacağız, hele dur görürsün!...
(Alıntılar: Dağ
Çiçeklerim – Sıdıka Avar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder