18 Şubat 2013 Pazartesi

O DAĞ ÇİÇEKLERİMİZ..

            O dağ çiçekleri, şimdi terörist mi oldular? HAYIR, ASLA! Sağlıklı bir başlangıç yapabildikleri için, çoğunlukla mümtaz aileler kurup, genellikle okumuş saygın vatandaşlarımız haline gelen çocuklar yetiştirerek, bizimle aynı haklarda özdeş ve bu yüce vatan’ın birlikte sahibi oldular. Türlü nedenlerle DAĞ ÇİÇEKLERİMİZ olamayanlarsa, sürüden ayrılmış kurtlar gibi, onları kapan sömürgeci sırtlanların elinde kaldılar. İstemeden de olsa, körpe beyinleri ve saf kanları zehirlenerek, bir zamanlar sahipsiz büyüdükleri dağlarda, bugün ise açamadan birer birer koparılmakta olan yaban çiçekleri yetiştirdiler.
            Yeni yetişen genç öğretmenlerimizin yastık altı kitabı olarak kabul edilmesi gereken, Atatürk’ün Güney Doğuda ki eğitim misyoneri, Sıdıka Avar’ın DAĞ ÇİÇEKLERİM adlı kitabından yaptığım aşağıda ki alıntıları, genç ve idealist yeni öğretmen namzetlerimize ithaf ediyorum. Şayet bu kitabı okurlarsa, her şeyini bütün özü ve doğasıyla, hiçbir ayrım yapmadan, kaderine terk edilmiş bütün Güney Doğu Anadolu kızlarının eğitimine adamış, yokluk ve çaresizlik içinde olanlarının, bitlerini bile elleriyle ayıklamış ve emsaline çok ender rastlanır idealist bir öğretmenin, efsane kabul edilebilecek yaşam öyküsünü öğrenmiş, olacaklardır. Aynı bağlamda, idealizm’in aslında ne olduğunu, onu iman edip yaşamadan, sadece Internet kafeler’den, Facebook’lu, Twitter’li vs. tablet PC lerden alınabilecek bir meta olmadığını da anlayacaklardır.
            Her devirde olduğu ve olabileceği gibi, o dönemde de mevcut olmuş dirayetsiz devlet memuru ile adam gibi adam olanlarını da birbirleriyle kıyaslayabileceklerdir. Sevilen ve sevilmeyen, özellikle de şimdikiler gibi isyana bile çanak tutan, devlet adamları arasında ki farkları da, canlı örnekleriyle irdeleyebileceklerdir. O dönemde, bugünkünden pek farklı olmayan ilkel bölge insanlarının, siyaset ve siyasetçiye hangi gözle baktığını, ondan aslında ne beklediğini, daha bir derin yorumlayabileceklerdir.     
            Aydın yuvaları olan Köy Enstitülerimizin ışıklarının söndürülerek Anadolu’muzun, yeniden toprak derebeylerinin çağlar ötesi karanlığına gömülmesi defin ruhsatı da, DP döneminde imzalanmıştır. İdealist Avar’ın, partili olmadığı ve herhangi bir iktidardan da en ufak bir menfaat beklemediği halde – ki bekleseydi, kendisine yapılan vekillik teklifini reddetmezdi – önceden bilemeyeceği, aslında toprak Ağaları’nın ve İrtica’ın hükümetinden bile, ne kadar umutvar oluşunun, böylesi iyi niyetli bir öğretmen için, nasıl da tipik bir örnek olduğunu da anlayacaklardır.
            Hatta o dönemde daha medeni ve insancıl olduğu görülen Amerikalısı’nın bile, artık otokontrolünden çıkmış parababaları’nın hırs ve ihtirasları nedeniyle, bugünkü emperyalist sırtlana nasıl dönüştüğü hakkında da belki fikir sahibi olabileceklerdir. Böylece idealleri doğrultusunda, bu kitapla yeni ve özümsel, yaşanmış tecrübeler kazanacaklarına olan inancımı da belirtmek istiyorum.

            Oysa sadece 200 ışık yılı uzağımızda gerçekleşebilecek bir süpernova’nın bile, adına insanlık dediğimiz bütün beşeri dünyamızı, bir kibrit alevi gibi söndüreceği bir âlemde, aslında nefes alabilmemizin bile ne kadar tesadüflere bağlı olduğunu, ne hazindir ki düşünemiyoruz. Daha geçen gün Çernobil’e gök taşları yağarak birçok canı alırken, sadece eteklerinde ki taş parçacıklarını, Newton amcamızın hesaplarını teyit edercesine, bize teğet geçerken üstümüze savuran Android, şayet bizatihen bizi ziyaret etmeye kalksaydı, bugün bunları yazışabiliyor olabilirmiydik acaba. Lütfen biraz da bunları düşünelim ve tüm ihtilafları elimizin tersiyle bir kenara itelim. Zira ağzınızla göktaşı da yakalasanız, geleceğiniz asla garanti değildir efendiler, hanımefendiler...

§   TEFTİ
                Dağ Çiçeklerimden ikisi: Fatma Egün ve Sultan Öz, okula geldiklerinde
okulumuz üç vilayetin valileri, milli eğitim müdürleri ve 4. Umum Müfettişliği tarafından ayrı ayrı teftiş ediliyordu. Bakanlık müfettişleri de ayn. Bir gün Bingo! Valisi Sayın "Şahinbaş" gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali Bey sordu:
- Kürt kızları bunlar mı? Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, gittikçe de hainleşti.
- Tunceli'nin Türk kızları efendim. Vali Bey devam ediyordu:
- Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla ödediler. Ben sözünü kesmek isteğiyle,
- Aman efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli...
 - Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler böyle hareket ederseniz... Sözünü kesmek için bir İki defa karıştıysam da o devam etti:
- Hükümet çok kuvvetlidir. Hepimizi yok eder!
- Beyefendiciğim, öteki sınıflara lütfen teşrif etmez misiniz? Çayınız da soğuyor... Diye kapıyı açtım. Ondan sonra bir iki enstitü sınıfında ve müdür odasında ikramlarda bulundum, çalışmalarımızın hedefini anlatmaya uğraştım. Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu sorulan soruyorlardı:
- Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar?
- Neden "Kürt" diye hep hakaret ediyorlar?
- Neden Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?
- Hani siz "hepimiz Türküz" diyordunuz? Bu acı dolu soruların sonu gelmiyordu.

FAY Kirby
                Mr, Moor'un okulumuzun hususiyetini anlatması Türkiye'deki Amerikalıların merakını uyandırmıştı, o zaman Arnavutköy Kız Koleji’nde öğretmen olan Bayan Fay Kirby okulumuza gelmek İçin müracaat etti. Okulun çak sıkışık olduğu, kendisine bir oda ayıramayacağımız bildirildiği halde seyahat yatağının sığabileceği her yerde yatabileceğini bildirdi. Milli Eğitim Bakanlığından kendisine izin verildi, bize de misafir etmemiz emredildi.
İbrahiman'a giden kese yol Simsar Köyü'nden geçer. Kirby'nin telini alıp gece 2'de istasyona karşılamaya gittim. Başında kırmızı bere, bej bir palto, kürklü kocaman pabuçlar ve sırtında bir hamal yükü' kadar büyük çanta ve yatağı ile vagon penceresinde.
- Helo Miss Kirby!
- Helo Mrs. Avar!
- Welcome to Elazığ.
- Hoş bulduk Mrs. Avar. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. Okulda ona hazırladığımız revirdeki yerine getirdik, Bizimle 22 gün yaşadı. Çocuklarımızdan bizim halayları öğrendi. Birçok yerli ailelere götürdüm. Birçok kurslar gezdik. Bu arada, Marshall Planı gereğince yapılan yollardaki makinaları işleten birkaç Amerikalı teknisyen ailesi de Elazığ'da idiler. Bizi yemeğe davet ettiler, gittik. Ben çocukları ve kitaplarıyla meşgulken büyükler aralarında konuşuyorlardı. Onlar amelenin tembelliğinden, görgüsüzlüğünden dem vururken Kirby şöyle cevaplıyordu.
- Siz en aşağı, cahil tabaka ile temastasınız. Ben kolejde en şımarık, en dejenere insanları tanıyorum. İkisi de halis Türk ailesi değil, asıl bizim tanımadığımız muhafazakâr, örf ve ananesi bozulmamış Türk ailesidir. Bu klasik ailelerin terbiyesi çok derindir, saygı ve nezaketi onlarda görmek lazım.
Bunu bir Amerikalı kanaati olarak dinlemek insana gurur veriyordu. Misafirimiz şerefine bir çay ve folklor gösterisi tertipledik. Buradaki Amerikalıları davet ettik. Harput'ta ve oradaki kolejde çalışırken ölen Amerikalıların mezarlarını ziyaret ettik. Müdür odasında arkadaşlarla sohbet esnasında daima garp ve Amerikan hayranlığından bahsedip bizi küçümseyen bir arkadaşa çok güzel bir cevap verdi.
- Siz tarihi olan, mazisi olan, adet ve ananeleri çok güzel olan bir millete mensupsunuz. Siz kendi çerçeveniz içinde çok büyüksünüz. Böyle garpçı olursanız küçük olursunuz. Maymundan farksız olursunuz.
- Bu cevabı çok beğendim. O arkadaşa tesir etti mi acaba?
Gece yarısı giderken bütün yatılı öğrenciler kalkmış, onu "güle güle!..." adlı okul şarkısıyla uğurluyordu. Birçokları ona hazırladıkları manileri hediye etmişlerdi. Bundan çok mütehassıs olmuştu. Kirby trende ayrılırken:
- Eğer âdetimizde el öpmek olsaydı, bu dünyada yalnız sizin elinizi öperdim, dedi,
1950 - 1951'de Amerika'ya gidişimde beni New York' ta buketle, Waşington'da kendisi karşıladı, ablasıyla tanıştırdı. Göremeyeceğim yerleri gezdirdi. İki sene sonra yine Kirby arabasıyla geldi ve Köy Enstitüleri konusunda araştırma yaptı. Birçok köy ve kazalara çocukları beraber götürüp teslim ettik. Aradan ne kadar geçti bilmem, Mrs. Kirby bana 380 'küsur sahifelik "Türkiye'de Köy Enstitüleri" kitabını hediye olarak gönderdi.

Marshall Planı'yla yurdun her köşesine giren Amerikalılar Ovacık düzüne de spor uçaklarıyla indiler. Sabah. Munzur'un son sistem oltalarıyla avladıkları alabalıklarını öğleyin sofralarına uçurdular. Hayvancıkların nesli azalıncaya kadar. Ovacık Belediyesi'ne, bu balık avcılarından balık başına bir para almalarını söylediğim zaman gözlerini büyük büyük açarak:
- Hiç misafirden pare alınır? Ayıptır! Cevabını verdiler.
Ey bütün varını yabancılara cömertçe seren sevgili köylü dostlarım! Yokluk, fakirlik içinde bile asil insanlarsınız. Size sevgi ve saygı duymayan gafillere yazık!

KAMBER EFENDİ
                Kapı aralığından başımı uzattım. Bir duvarı kaya, zemini toprak, üstü çalı çırpı bir kulübe, Işığı 'kapıdan alıyor Gözüm karanlığa alışınca kapı duvarında bir ocak, içinde dibi kor olmuş bir meşe kütüğü, paçavralardan, ocağa dikey bir yatak, içinde sapsarı bir kadın yatıyor, üstünde hasta anasının memesini çekiştiren, bir elinde de kara bir ekmek, sıska bir çocuk; yatağın etrafında dolaşan iki yarı çıplak erkek çocukla geri planda 12 yaşında paçavralar içinde bir kızcağız. Bu yürekler acısı sefalet hane Kanber Efendi'nin eviydi. İçerdeki kadın biz girince doğruldu, iki tarafa sallayarak anlatmaya başladı
- Üşütmüşüm nedir. Toprağımıza geldik diye sağa sola çabaladık, şu kulübeyi çattık, çattık ama bana da bir halsizlik çöktü. Önceleri yoktu ama şimcik bir öksürük Doktor teşhisini çoktan koymuştu. Verem son devre.
- Bak bacı, sana öksürük İlacı vereceğim ama bu çocuğu emzirme artık. O da senin gücünü azaltır. Kadıncağız beni çekip kulağıma fısıldadı:
- Bu bebe en küçük, ekmeğe katık yapıyordu sütü. bitti hele ekmeği ne serttir, dişi aha dört tane, kesmez ki ... Diye bebenin elindeki ekmeği gösterdi.
Jandarmalar da içeri girmiş, başları önlerinde dinliyorlardı. Hemen çantamdan bir somun çıkardım. Bir parça koparıp küçüğe verirken etrafıma sürünerek korkak ve yarı çıplak dört oğlan yanaştı. Gözlerinde ekmeğe hasretin aç ışıltısı vardı. Ekmeği çantaya sokacağımdan da korkuyorlardı. Hepsini dağıttım. Kapıp doğru ağızlarına götürüyorlardı yavrucaklar. Ama gözlerini de ekmekten ayıramıyorlardı. Çantadan peynir de çıkarıp bölüştürmeğe başlayınca hepsi iyice sokuldular bana. Kıza döndüm vermek İçin, düz bir taşın üstündeki darıyı elindeki taşla eziyordu, bir bez üstündeydi taş. Annesi:
- Darıyı eziyor ki ekmek yapak. İşte böyle olıy. Değirmen değil ki un edip öğütsün. Yüreğim yaralandı, gözüm yaşardı. Çantadaki azığı bıraktım. Jandarmalar da tayınlarını boşalttılar. Kanber Efendi'nin 7 çocuğu vardı. En büyüğü kız, ötekiler hep oğlandı. Sadece kız bin bir yamalı bir kırmalı köy entarisi ile giyinikti. Ötekiler göğsü göbeklerine kadar açık birer amerikan içlikle yarı çıplak donuyorlardı. Yavrucakların karnı doyunca küçükler kulübenin toprağında oynaşıyor, büyücekler büzülerek ocak başına tünüyorlardı. Karınları doyunca kedi yavruları gibi keyifle oynaşıyorlardı. Kanber Efendi;
- Bu kışı geçirebilsek... Diyordu endişeyle.
İki tarla tahıl ekmişti. Ah bu kışı geçirebilseler. Üç çuval darıdan başka bir şeyleri yoktu. Bir de meşe meyvelerinden kaynatılmış pekmez yapmışlardı ama çocuklara dağ dayanmıyordu ki. Kızı Şeriban tam okulumuz çağındaydı. Fakat hasta anasının eli ayağıydı. Hastabakıcılığı, kardeşlerine analığı, ev hanımlığını anasının direktifi ile o yapıyordu. Darıyı İki taş arasında o ufalıyor hamuru o tutuyor, ekmeği aşı o yapıyordu. Körpe omuzlarındaki yük çok ağırdı. Onu okula alsak geride kalanlar ne olacaktı? Çocuğun okul deyince gözleri parladığı halde yüreğim sızlaya sızlaya bıraktık.

YARDIM
                Yasak Bölge'den dönüşümüzde Sayın Niyazi Akı'ya oradaki durumu anlattık. Ertesi gün Elazığ'a dönmek için kamyona binerken "Gakko Vali" Bey'in gece Elazığ'a indiğini, yardım istemek üzere bu sabahki tayyareyle Ankara'ya uçacağını öğrendim. 20 bin lira yardımla dönen Sayın Niyazi Akı, Yasak Bölge karakollarına un dağıtarak ekmek pişirilip muhtaç halka kış boyu dağıtılması için tedbir almıştı. Kendisi de sık sık yoklar olmuştu köyleri. Şeyhleri, seyitleri aratmıyordu bu vali, onlar da gönül rahatlığı ile gidip anlatıyorlardı müşküllerini. Vaktiyle şeyhlik, seyitlik müessesesinin yıkıldığı seneler bir kış uzun sürmüştü de fakir fukara, bu kazada kaymakam vekiline gidip boyun bükmüştü "erzakımız bitti" diye. Vekil de:
- Hay koca kuyruklu Kürtler, lokmanızı da mı hükümet düşünecek, diye kovmuştu onları.
- Şıh, bile on çuval tahıl isteyerek hacetimizi yerine getirirdi hiç olmazsa, diyorlardı. Dertleriyle dertlenen bu valiyi nasıl "Gakko" diye sevmezdi bu halk?
- Yasak Bölgeye dönen halktan aldığımız çocukları ertesi yıl bıraktık köylerinde. Çünkü okul ve öğretmenleri hazırdı. Zaten batıdan Türkçeyi güzel konuşarak dönmüşlerdi.

KIYAMET KOPACAK
Bilmem hangi şeyh söylemiş, 5 Nisan gecesi kıyamet kopacakmış. Pansiyonlar yarı alaylı söylüyor, yatılılarsa tümüyle inanarak korkuyorlardı. Şu şeyhlere ne kadar da inanıyorlardı. Onları Muavin ve Ayşe Abla ile iknaya çalışıyorduk. Tabiat olaylarının nedenlerini açıklıyorduk. Aksine gök gürültülü, şimşekli, yıldırımlı bir havaydı, yağmur da gök delinmiş gibi yağıyordu. Çocuklar bu havanın azizliğine bakarak bana inanmıyorlardı, gözlerinde müthiş korku vardı. Kafacıkları hep bu kıyametle doluydu. Tabii ders çalışmıyorlardı. Türkü söyletmek istedim korkuyu dağıtmak için, boşuna. Yüz ağızda yüz soru... Yemekte büyük bir iştahsızlık. Yatakhanede bir türlü uyumuyorlar. Her gök gürleyişiyle ayaklanıyorlar. - Yatakhaneden gitmeyelim, diye yalvardılar, kabul ettim. Uyusunlar diye en küçüğün ayakucuna oturdum. Uyuyan pek azdı. Saat 24'ten sonra yağmur hafifledi, sonunda hava sakinleşti. Saat O2’ye kadar uyanıktım. Ben de küçüğün karyolasının ayakucunda kıvrıldığım yerde uyumuşum. Zille uyandım. Kalkma zili sandım. Meğer kahvaltı zili imiş. Benim sevgililer beni uyandırmamak için papuclarını bile ellerine alıp çıkmışlar. Okuldaki sükûneti hep yatılı kızlarım temin etmiş. Sevgili yavrular, Avar ana nasıl size hayran olmaz ki... Bu bağlılık, bu içtenlik...

MÜDÜRE HEDİYE

Kanaat yoklanılan zamanı çocuklarımdan ısrarla hediye isterim. Bana verecekleri hediye "not" tur. 9-10'dan aşağı notlan hediye olarak kabul etmem. Kanaatler ortalamasında kazanılan 9-10'lar bana getirilen en büyük hediyelerdir. Bu hediyeleri getiren kızlarıma arkadaşları huzurun da teşekkürler ederim, onlar benim elimi öper, ben onları saçlarından öperek överim. Hele yatılı kızlarım, bana bu hediyemi sunmak için gece yarısından kalkıp okulun köşe bucağına saklanarak çalışırlar. Çünkü yatma zamanı uyumamak yasaktır. Onun için ışığa yakın masa, sıra altları, tuvaletler; banyo, çalışma masalarımızın ve merdivenlerin altlan, koltukların ve uzun perdelerin arkalan, dolap içleri saklanacak çalışma yuvalarıdır. Kanaat devreleri bir saat önce kalkmalarına izin vermek zorunda kaldığımız halde çocuklar gizli yuvalan tercih ederlerdi. Çalışkandır benim kızlarım.

SEÇİM VE ERTESİ
Okulumuza da sandık konmuş, hazırlık yapılması emredilmişti. Elbiseliklere örtü germe suretiyle antrenin iki
yanma iki kulübecik yapıldı. Partilerin listelerinin konduğu masalara kalem ve hokkalar yerleştirildi. Kapı önünde sandıklara, onların iki yanında da gözcülere yer hazırlandı. İç kapıyı kapattık. Çocuklar her zamanki gibi işleriyle uğraşıyorlardı, biz de başlarından ayrılmıyorduk. Öğleden sonraydı.
- Bir hanım sizi istiyormuş balkona, dediler. Çıktım, Bastonuna dayanmış çok yaşlı bir hanım. Boy siyah paltosunun üstünde iki metrelik siyah ipek başörtüsü beline kadar inmekte, temiz pak, muhterem bir ihtiyar. Elini sallayarak:
- Kızım Müdür'anım, senin çok tavukların var, tavuk uğursuz mu?
- Hiç uğursuz olur mu büyük hanımcığım? Allahın insanlara yumurtasını da, yavrusunu da, kendisini de en iyi yiyecek olarak verdiği nimetlerden biri.
- Hah, evladım sağ olasın. Ben sana inanırım. Bunlar beni aldatıyorlar, "İsmet Paşa'nınki uğursuz tavukayağı" diyorlar. Hiç Allanın mundar demediği hayvanceğiz uğursuz olur mu, bu domuz mu? Diye söylenerek içeri girdi, oyunu kullandı. Ertesi gün erkenden Bingöllüleri götürdüm. Herkes ayakta, radyolu kahveler önünde kümelenmişlerdi. Onun için çocukların velileri hep şehirdeydiler. Teslim çabuk oldu. Ertesi gün seçim neticeleri belli olmuş, Demokrat Parti kazanmıştı. Genç ayak takımı coşkunca bayram ediyordu. İlk otobüsle Genç’e trene gidiyordum. Otobüste söyleniyorlardı ihtiyarlar:
- Şeyhler, seyitler geri gelecek. Camiler tekkeler açılacak, şehir karıları çarşaf giyecek. Gençler:
- Kanlar dayralarda (dairelerde) çalışmayacak, kız, mektepleri kapanacak. Kızların okuması da noli ki. Erkekler dört karı alacak. Kanlara "boş" dedin mi bitti, boş düşecek. Karılar mahkemeye boşanmak için gitti mi, hemmen soppa yiyecek. Şoför yanında içimden dolup taşarak 'ya sabır’ çekiyordum. Nihayet trene bindim, Bingöl Valisi Sayın Naci Rollas da trendeydi. Yerleştiğimiz açık vagondu. Herkes bir birini görüyor. Ben Vali Beylerin bölümündeyim. Ortadan laf ediyorlardı gayet laubali, bize bakarak ve yüksek seste... Bereket versin Vali Beyle eşi arkaları dönük oturmuşlar da küstah bakışları görmüyorlardı. Otobüsteki sözler tekrarlanıyor, kadın hürriyeti, kadın memurlar, kadın mebuslarla alay ediliyordu. Vali Bey bakışlarımdan sezmiş olacak ki,
- Müdür'anım, bunlar olağan şeyler, lakayt kalın anlamamış davranın, ses çıkarmayın, dedi. Ama söz şahsıma intikal edince susamıyordum. Gençlerden biri daha küstahlaşarak
- Anlimisin Mudur, erkekler dört karı alacak... Yerimden ayağa fırladım,
- Onu yapacak adam anasından doğamaz artık. Hey oğul, bu memleketin kanununu hiç bir parti çiğneyemez. Demokrat Parti kanunlara daha da hürmet edecektir. Sen daha kanun nedir, memleket düzeni nedir onu bile bilmiyorsun. Kız mekteplerine gelince, onu daha da çoğaltacak. Sen bunları okuyup öğrenmeye bak. Yoksa hep böyle kuru gürültü kalırsın.
- Biz, karıların dilini dibinden koparacağız, hele dur görürsün!...

(Alıntılar: Dağ Çiçeklerim – Sıdıka Avar) 

                                                                                   Serendip Altındal


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder